Hepimiz Biriz

Tam Versiyon: Hayal Kahvesi
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
Hayal Kahvesi
<Sayı: 99 Kasım 2006>
Menekşe Toprak

Sabah en geç dokuzda açıyorum kahveyi. Açmadan önce çayı demlemiş, kahve makinasını temizlemiş, suyunu tazelemiş olurum. Kapıyı açmışsam, her şey hazır olmuştur, müşterilerime sunabileceğim çok fazla seçenek olmasa da, bu saatlerde tek bir müşteri gelmese de.
Her şey koşuşturma içindedir bu saatlerde; şehir dinginleşmeden, kendini rutin akışına bırakmadan önce adeta son telaşını yaşar gibidir. Çevremi saran apartmanlardaki hengâme ise sona erdi erecek. İşe gidenlerin çoğu evlerinden çıkmış, okul öğrencileri ise, tatilde değillerse, en az bir buçuk saat önce burayı terketmişlerdir. Birkaç dakika sonra, biraz ötelerde ana caddede kaynayan trafik usul usul akacak, alıştıkça farkedilmeyecek belli belirsiz bir uğultuya dönüşücek; apartmanlardaki kapı çarpmaları, açılan kapanan pencerelerin, o pencerelerden kocalarına son hatırlatmalarını yapan kadınların sesleri kesilecek, bildiğim bilmediğim değişik dillerdeki televizyonlar açılacak, sesler, diller birbirine karışıp usul usul damlayacak, kızartılmış ekmek, sucuk, biber ya da menemen kokusu eşliğinde alanı saracak. Ev kadınlarının, işsizlerin, sosyal yardımlarla geçinmekten sıkılmış erkeklerin televizyon karşısında hızlanan aheste durgun yaşamları başlayacak.
Bu yıl geç başlayan ama yağmurlarla bölünmeyecekmiş gibi uzun süreceğe benzeyen yaz sıcağında, kahvenin önüne dar uzun üç masa ve karşılıklı altı sıra yerleştirdim. Geniş, dağınık bir V çizerek biraraya gelen bu beyaza çalan duman rengindeki yedişer katlı apartmanlar kompleksinin tam kesişme noktasında yer alan kahve, aşırı sıcaklarda bile çoğunlukla serin oluyor. Apartmanlar koruyor beni: yazları aşırı sıcaktan, kışları ise soğuktan.
Bazen bu köşemde apartmanları ve onların içinde oturanları tek kişi gibi görüyorum. Modern kötü otel koridorlarını andıran, her katında en az on dairenin bulunduğu apartmanlardan aşağıya dökülen dillerin, burada birleşip karmaşık bir diller yumağına dönüşmesinden belki de. Kim bilir kaç farklı dilden etrafa yayılan seslerin tek bir ses haline gelişini dinliyorum.
Bu sesin yeni bir dil olup olmadığını düşünürken, okullar kapandığından beri kahvenin sağına düşen alandaki küçücük parkta oynayan çocukların dillerine benzediğini farkettim. Bir kaykay, salıncak, kocaman bir beygiri andıran yamru yumru, etrafında kalın sicimlerin sarktığı tırmanma işlevi gören garip aygıttan ibaret parkta itişe kakışa oynayan çocukların seslerine kulak kesiliyor, onların uydurma, anlaşılmaz dillerini anlamaya çalışıyorum. Çoğunlukla –sanırım diğer yetişkinler, hatta ana babaları da öyle– anlayamıyorum. Ama onlar anlaşıyorlar. Kendi aralarında uydurdukları yepyeni sözcüklerle... Bazen onların bütünüyle kendi kaderlerine terk edildiklerini düşünüyorum. Sanki, herkes kendi ana dilinden bir kaç sözcükle gelmiş de bu adaya; burada bir havuza atılmış o sözcüklerle yepyeni ortak bir dil kurup yazmışlar kelime dağarcıklarına... Arapça, Hırvatça, Kürtçe, Türkçe, Lehçe, kimbilir başka hangi diller, bu adacıkta Almancanın etrafında yan yana gelmiş, birbirine karışıp, sadece onların anlayabileceği yepyeni bir dil olmuş.
Okulların kapanmasına bir iki gün kala, buraya önce bir televizyon ekibi geldi, ardından başka biri daha, sonra bir iki radyo, fotoğrafçılarıyla birlikte yazılı basın muhabiri... Hepsi önce uzaktan uzağa, parkta oynayan çocukları izledi (olağanüstü bir şey bulamadıklarından mı, yoksa ne o çocuklarla konuşma ne de resimlerini çekmeye yetkileri olmadıklarından mı, fotoğraflarını çekeceklerini sandığım halde onları sadece izlemekle kaldılar). Ama hepsi de istisnasız kahveye uğradı. Önce birer çay ya da kahve ısmarladılar sözleşmişçesine, sonra da parkta oynayan çocukların anne babalarına nasıl ulaşabileceklerini sordular. Ailelerini tanımadığımı, hatta bu parkta, herhangi bir annenin arada bir başını kocaman bir çanağın altından uzatarak çocuklardan birine seslenmesine tanık olmama rağmen, çocukların isimlerini, hangisinin Türk hangisinin Arap olduğunu bilmediğimi de söyledim. Hepsi de istisnasız çocukların kendi aralarında çok kavga edip etmediklerini, bu apartmanlarda kavgaya ve şiddete tanık olup olmadığımı öğrenmek istedi. Anlıyordum onları, burası sosyal yardımlarla ya da kötü, niteliksiz işlerle geçinen, çoğunluk göçmen olan işçilerin oturduğu bir siteydi, buranın kentin sorunlu batakhanesi olarak görülmesini de az buçuk anlıyordum; yine de parkta oynayan o küçücük çocuklardan nasıl yakıcı haberler çıkaracaklarını anlamakta biraz zorlandım.
Bu çocukların neden böyle birdenbire medyanın ilgi odağı olduklarını, ailelerinden ne istediklerini dilim döndüğünce sordum da bazılarına. Meğer onlar son zamanlarda okullarda öğretmenlerini döven, çelimsiz öğrencilerin harçlıklarına el koyan, okul bahçelerinde bıçak çeken, uyuşturucu alıp satan sorunlu gençlerin geçmişleriymiş, onların çocukluklarıymış; o gençler ise bu çocukların gelecekleriymiş. Tanımadığımı söyledim çocukların ailelerini. Bazıları ise benim kaç çocuk sahibi olduğumu, karımın çalışıp çalışmadığını bilmek istedi. Gücüm yettiğince, dilim vardığınca kibar davrandım onlara. Çocuk sahibi olamayacağımı, iki kez evlenip boşandığımı söylemedim; ama bekâr olduğumu anlattım onlara kimi zaman o çocukların kelime dağarcığıma yerleşmiş dilleriyle.
Yalan da söylemedim hani burada yaşayan insanları tanımadığımı dile getirirken. Üç yıla yakındır bu kahveyi işletiyorum, ama çok ender burada oturan birileri şöyle soluk almak için, hiç değilse sıcaklarda şu alanda önünde tek ağacın yer aldığı serin kahveme uğruyor, masama çöküp bir su, bir çay içiyor. Ellerini bellerine dolayıp tespihlerini çeken, iki sokak ötede köhne bir apartmanın altındaki camiye giden Türk ya da Arap kökenli çember sakallı yaşlı erkekler, yaşlı başörtülü kadınlar ise bu kahve ve ben yokmuşuzcasına bakmadan çekip gidiyorlar önümden. Genç, ilk âşıkların buluşma, saklanma yeri olurdu belki bir oturma odasını andıran kahvem, içine gömülen ellili yıllardan kalma koltuklarım, karşılıklı berjerlerim... üzerlerindeki kırmızı, uçuk eflatun renkli örtüler aşkı çağrıştırır, sevindirir diye düşlemiş, beklemiştim ilk günlerde âşıkları; ama sanki bu apartmanlarda hiç birbirlerine âşık, acilen buluşması gereken gençler yokmuşçasına, hep çok uzak mahallelerden tesadüfen yolunu kaybetmişler düştü payıma.
Buralarda oturanlar, kahveme uğrayıp soluklanmak yerine, kimi zaman akıl vermeye kalkıştılar bana, mesela, şu sıcaklarda bir dondurma büfesi koyversem de parkta oynayan çocuklara satsam diye. Tüccar adam, işini bilen adam olmaya davet ettiler beni.
Hayır, bu kahvenin özelliği bu değil, burası bir buluşma, dinlenme ve soluklanma yeri. Kitapları var mesela, arada sırada tozlarını almak için sadece benim dokunduğum, kimsenin ilgisini çekmeyen, ilgili ilgisiz bir araya gelmiş eskimiş Tükçe kitaplar. Tüm bunlar bir yana, istesem de hiçbir şey değiştiremem; ben buranın sahibi değilim ki. Bu kahvenin gerçek sahibiymişim gibi davranıyorum, ama bu doğru değil, ben sadece bir çalışanıyım. Gerçek sahibinin nerelerde olabileceği konusunda hiçbir fikrim yok. Beş yıllık ucuz kirayı peşin ödemiş olan kahvenin sahibi, beni işe aldıktan sonra yavaş yavaş elini eteğini işten çekmeye başlamıştı. Başlarda; bu kahvenin, bu apartmanlarda yaşayan insanların yaşamlarına renk getireceğini, içindeki kitaplarla, dekoruyla, havasıyla buraya bir başkalık kattığını düşündüğüne inandırmıştı beni. Ortak demişti bir kez bana, Ortak, işleri büyütürüz bakarsın, sen şu ağırbaşlı halinle, şu hüzünlü yüzünle öyle yakışıyorsun ki böyle kahvelere! Yeni bir konsept geliştirirken gizem oluşturmak gerekir.
Gerçekten de ortak olduk, ama onun bu kahveye sinmiş görünmez gölgesiyle kurduğum bir ortaklık bu sadece. İşe başladığım ilk aylarda, günde en azından birkaç saat, sonraları arada bir uğradığı bu kahvede sıkılır, kahveye uzaktan uzağa bakarak geçip gidenlere dişlerinin arasından sessiz okkalı küfürler savurur, sonra haydi sen bildiğin gibi yap der ve çekip giderdi. Sonradan bütünüyle gelmez oldu. Kira derdi olmadığı için, günde birkaç müşterinin bıraktıkları kahveye, kapuçinoya, espressoya, birkaç soğuk içeceğe, iki ayda bir gelen su, elektrik telefon faturasına yetiyor da, hatta ay sonlarında birazı da bana kalıyor. Bazen tuvaletini ve banyosunu komşularımla ortak kullandığım tek gözlü dairemi kapatıp tümden buraya taşınayım diyorum, ama sonra sahibi çıkagelir düşüncesiyle vazgeçiyorum.
Akrabaları var mı yok mu, eşi dostu ailesi burada mı değil mi bilmiyorum; bir tek İzmir doğumlu olduğunu bildiğim ben yaşlardaki bu adam eğer öldüyse, kahvesine sahip çıkan kimse de olmadı. Onu en fazla benim kadar tanıyan ana caddedeki diğer dükkân sahipleri ise onun akibetiyle ilgili değişik görüşler ortaya koyuyorlar. Kimileri uyuşturucu satarken yakalanıp hapse düştüğünü, kimileri de Polonyalı ya da Rus olduğunu sandıkları bir kadının peşine takılıp onun ülkesine yerleştiğini, bazıları da Ege kıyılarında para getiren bir bar açtığını, o barda akşamları Polonyalı ya da Rus sevgilisini dans ettirerek, geceleri ise onu yağlı müşterilerine satarak cebini şişirdiğini iddia ediyor. Hangisi doğru bilmiyorum. Onun böyle bir sevgilisi hatta bir ailesi, karısı, çocukları olup olmadığını bile bilmiyorum ki.
Bir gün tesadüfen, bir Hürriyet gazetesi almak için girdiğim bir kırtasiye dükkânından çıkarkan, geniş iki merdivenle ana caddeye açılan kocaman dağınık bir V harfine benzettiğim alanı görmüş, her dairesinde istisnasız bir çanak antenin dışarıya sarktığı apartmanları izlemiş, ortadaki çocuk parkının içinde bulmuştum kendimi. Kahveyi farketmiş, kahvenin böyle dinginlik vaat eden sessizliğine kapılıp içeriye girmiş, saatlerce berjerlerden birine gömülmüş, gazetemi okumuş, bulmaca çözmüş, berjerin yanıbaşındaki raflı dolaplardan birinde ince yaprakları tiril tiril, sayfaları baskı hatasından yer yer birbirine karışmış bir öykü kitabını, bir gazetenin ek olarak dağıttığı ucuz saman kâğıdından zeytin yağlı yemek tarif kitabını, Türkiye’nin seksen darbesini anlatan siyasi bir kitabı karıştırmıştım. Ta ki, arada bir çayımı yenileyen, benim yaşlardaki ufak tefek kumral adam bana ne iş yaptığımı sorana kadar. İşsiz olduğumu öğrendiğinde ise bu kahvede çalışıp çalışmayacağımı teklif etmişti.
Belki de bana sorduğu tek soru bu olmuştu. Eğer soruları çoğalmış, kim olduğumu merak etmiş olsaydı, ben de ona sorular sormuş olacak, şimdi onun akıbeti konusunda daha sağlam tahminlerde bulunuyor olacaktım.
Yine de hakkında anlatılanların bir söylenceden, bir efsaneden ibaret olduğuna inanıyorum. Belki de o dünyadan elini eteğini çekmiş, bezgin, heyecansız haliyle kimliğini ve geçmişini unutmuş bir sarhoş olarak şehrin herhangi bir metrosunda bir şişe şarap için dileniyordur. Hafızasını, evini yitirmiş ayyaşlardan biri olmuştur. Önümüzden geçip giden apartman sakinlerine dişleri arasından küfrederken, sanki kendisini bir yaşama gayesine inandırmak istiyormuş gibi gelirdi bana; onun ortaklığımızı hatırlatması ise öylesine sarfedilmiş sözlerdi benim için. Aslında çoğunlukla suskundu, eğer konuşuyorsa, sırf yanındakine ayıp olmasın diyeydi sanki. Nedense onun gibi yaşam bezgini, inançsız suskunların, bu suskunluklarının arkasında bilgece bir şeyler saklı olduğuna inanıyorum. Sanki tanrıyı bulmuş ve şu kahrolası sahte dünyada söylenecek her söz çok fazla; her yorum mutlak gerçeğe aykırıymışçasına bakarlar, sessizce yargılarlar. Bu yüzden bu dünyada savaşılası, konuşulası bir şey yokmuşçasına insanı tedirgin eden o ketum sessizlikleri; boş vermişliklerinden, berduşluklarından, tembelliklerinden, hiçliklerinden değil de, bilgece dervişliklerinden kaynaklanıyormuş gibi gelir bana.
Tüm bunlar onun nerede olabileceği konusunda bir ipucu vermez bana, zaman zaman aylarca tümden unuturum onu; bu kahvenin gerçek sahibiymişçesine ay sonu hesaplarını yapar, önünden geçip gidenlere kızar; çanakları seyrederken, çocukların uzaktan gelen şen şakrak seslerine kulak vererek saatlerce oturan uzak mahallelerden gelmiş müşterileri izler, sevinirim.
Böyle zamanlarda hiç düşünmezken o adamı, kimi geceler düşüme girer.
Evimizdedir o, şimdi yaşlı annemin tek başına oturduğu apartman dairesinde değil de, çocukluğumdaki evimizin bahçesinde, müşterilerime demlediğim çayı yudumlar. Hep benim kılığıma girmiş, yerimi almıştır; sıcak yaz güneşini bahçeye sokmayan o söğüt ağacının altındaki sedirde, huzurlu iç burkmalarıyla hayallere dalar. Siyah-beyaz Tommiks’leri okurken, öksüz hınzır Tom Sawyer’in maceralarına kaptırırken kendini, sokak aralarında gerçek silahlarla dövüşenleri belli belirsiz işitir. Onların oyun oynamadıklarını hisseder, babamın başparmağını ağzına dökülen bıyıklarının altından, orta parmağını üstünden geçirip onları nasıl sinirli sinirli ağzınının içine sıvazladığını, dişleriyle kemirdiğini izler; anlar ki babam tedirgindir, parmakları çaresizlikle yolar bıyıklarını. Sonra annemin masaya bıraktığı bol şekerli limonataya gözü takılır, tarçın kokar kimi zaman, bazen de taze nane yaprağı vardır üzerinde. Annem konuşmadan gözleriyle bardağı işaret eder; onun saklamaya çalıştığı telaşlı ama sevecen bakışlarının “bir sorun yok, sana hiç zarar gelmez, bu bahçe, bu ağaç, bu gölge korunağımızdır bizim” dediğini kavrar. Unutur, hâlâ bıyıklarını yolan babamın kaygılarıyla ona sirayet eden korku uçar gider. Kışları sıcak, yazları yamaçları serin iki dağı andıran annemin göğüsleri arasına gömer başını. Annemin başını okşayan serin elleri huzurlu gülümsemelere götürür onu, salkım söğüdün gölgesinden daha korunaklı kuytuluklar oluverir.
Birazdan annem, her zaman açık duran kısık radyonun sesini açar, arkası yarınlardan biri başlamıştır. Sabah saatlerindeki Bizim Bahçe’de olduğu gibi rahat anlamaz belki her şeyi. Ama yetişkinlerin dünyasına adım attığını düşünür, aşk ve entrikalar vardır orada. Tam anlayamasa da, bazı şeyleri kaçırsa da, yabancı isimli karakterlere, uzak diyarlardan ve eskilerden gelen gizemli seslere kulağını verir ve hayallere dalar.
Onun böyle hayallere daldığı anda, uyanırım. Sonrası gelmez bu rüyaların, hep aynı yerde kesilirler. Rüyamda onu seyrederken kıskandığımı hissederim de, uyandığımda, bu kıskançlığın zerresi yoktur içimde de, sadece şaşırır kalırım; uykum kaçar, rüyanın anlamını bulmak için uğraşır durur, işin içinden çıkamam. Sonra günlük koşuşturmayla unuturum onu da, düşleri de.
Bu sabah saat dokuzda, yine kapıyı açıp masaların tozlarını almış, masalara şekerlikleri yerleştiriyordum ki, bu apartmanlarda oturduğunu bildiğim orta yaşlı bir adam önce uzaktan uzağa bakıp durdu benden yana. Onun nasıl tereddütle buraya gelip gelemeyeceğini tarttığını, sonra kesin karar vermiş bir yüz ifadesiyle adımlarını hızlandırdığını izledim.
“Günaydın hemşerim“ dedi, herhangi bir orta Anadolu şivesiyle. Göz göze geldiğimizde, evinden, karısından, televizyondan sıkılmış bir işsiz olduğunu kavradım. Onun buranın müşterisi olamayacağını bile bile, onun diliyle hitabederek, “Buyur otur hemşerim” dedim, “taze çayım var.”
“Yok sağol! Yeni kalktım sofradan“ dedi bezgin bir yüz ifadesiyle.
“Belli ki güzel çay demliyorsun, ama şu kahvenin şeklini, içini de değiştirsen ya. Mesela içeriye bir bilardo masası, kâğıt oynanacak masalar atsan, büfe, bira mira... Bir de televizyon koysan, şöyle Türk kanallarını çeken, maç falan gösteren kanalları... Öyle temiz iş yaparsın ki. Bu haliyle kimse gelmez senin bu kahveye. Millet kahve için taa nerelere gidiyor. Şöyle Ankara Spor, ya da Konya Spor gibi bir de tabela assan kapına... Bak bu kahve nasıl iş yapar!”
İçim ürperdi, mideme kramplar girecek sandım. Ona kahvenin sahibi olmadığımı, böyle şeylere karar veremeyeceğimi söyledim her akıl verene söylediğim gibi.
Adam salaksın sen, sen de patronun da, diyen küçümseyici bir tavırla giderken, o küçümseyen bakışları bir süre kahvede kaldı, hayallerimi, umutlarımı alt üst etti.
Ama sonra, genç esmer bir kadın peydahlandı meydanda. Daha önce hiç görmemiştim onu buralarda. Bu meydanın tek ağacı olan kestane ağacının altındaki uzunca masanın köşesine oturdu. Çay istedi, ince belli bardaklardan olmasını rica etti. Tam ağacın altındaydı, sanki sırf onun gölgesi için oradaydı, onun varlığı yüzünden gelip bulmuştu burayı. Çayını içerken, etrafına bakarken, yüzünde ağacın dalları arasından süzülen güneşin ışınları oynaştı, o ise gülümseyerek güneşle ve gölgenin oyununa kaptırdı kendini. Sonra benim eskiden yaptığım gibi, başını yukarı kaldırdı, önce sağına düşen apartmanlara baktı uzun uzun, sanki balkonlardan, pencerelerden gökyüzüne başlarını kaldırmış beyaz çanak antenleri saydığını sandım, sonra sola düşen apartmanlara çevirdi başını. Gökyüzünden gelip bu çanaklara dolan, oradan da apartman dairelerinden süzülüp bir uğultuyla meydana düşen değişik dillerdeki sesleri dinledi. Gözleri kahvenin tam karşısındaki çocuk parkına takıldı. Çocukları dinledi ve sanki anladı onların kendi aralarında kurdukları dili de, önce bakışlarında bir şaşkınlık sonra hüzün gördüğümü sandım. O ifadeyle bana çevirdi bakışlarını. Baktı, baktı, baktı... Gözünü kırpmadan, bir yabancıya bakıyor olmanın sıkıntısına kapılmadan.
Sonra çantasından bir defter çıkardı, yazmaya başladı. Yazarken, çayını unuttu, gölgede soğudu ve bulanık kunt kahverengiye dönüştü çay.
O anda anladım ki, o burayı yazıyor, bu bahçeyi, çocukları, belki de beni. Beni nasıl yazdı acaba? Mesela “Kahveci, çekiştirmek için elini bıyıklarına attığında, belli ki yeni kesilmiş bıyıkları yerine yüzünün renginden daha beyaz, yolunmuş tavuk derisini andıran üst dudağıyla karşılaştı, baş ve orta parmakları şaşkınlıkla çarpıştı” diye mi başladı? Yoksa anladı da kahvenin sahibi olmadığımı, kahvenin gerçek sahibinin düşlerimde, çocukluğumun bahçesindeki salkım söğüdün altında hayallere daldığını, bu hayallerin nasıl da sokak kapısından bahçeye girmekte olan babamın arkasından gelen iki el silah sesinin ardından, bahçeye yüzü koyun kapanan babamın can çekişen bedeni karşısında paramparça olduğunu, artık geri gelmemecesine bittiğini mi yazdı.
Ne yazdığını bilmiyorum, ama bildiğim bir şey varsa, o kadının buraya yeniden geleceği. O buraya yine gelecek, kulak kabartacak sağa sola, bu kez farklı seslerin, farklı renklerin farkına varacak. Defterini yine açacak, belki de şu arkası yarınları yeniden yayınlamaya başlayan radyo kanalını çekmenin yollarını araştırdığımı, bunun için para biriktirmeye başladığımı da yazacak. Programın başladığı saatlerde, çocukların duyması için radyomun sesini biraz daha açacağımı, hatta belki de onları buraya toplayacağımı, önlerine bol şekerli limonatayı koyup, onların anlamadıkları halde nasıl ilgiyle kulak kabarttıklarını, sonra hayaller kurduklarını izleyeceğimi yazacak.
Berlin, Ağustos 2006

<<geri dön
Ana Sayfa